DOLAR

40,2607$% 0.13

EURO

46,7252% 0.08

STERLİN

53,9495£% 0.21

GRAM ALTIN

4.320,96%0,56

ÇEYREK ALTIN

7.017,00%0,27

TAM ALTIN

27.981,00%0,27

ONS

3.334,69%0,33

BİST100

10.219,40%-0,06

Sabah Vakti a 02:00
Ankara HAFİF YAĞMUR 30°
  • Adana
  • Adıyaman
  • Afyonkarahisar
  • Ağrı
  • Amasya
  • Ankara
  • Antalya
  • Artvin
  • Aydın
  • Balıkesir
  • Bilecik
  • Bingöl
  • Bitlis
  • Bolu
  • Burdur
  • Bursa
  • Çanakkale
  • Çankırı
  • Çorum
  • Denizli
  • Diyarbakır
  • Edirne
  • Elazığ
  • Erzincan
  • Erzurum
  • Eskişehir
  • Gaziantep
  • Giresun
  • Gümüşhane
  • Hakkâri
  • Hatay
  • Isparta
  • Mersin
  • istanbul
  • izmir
  • Kars
  • Kastamonu
  • Kayseri
  • Kırklareli
  • Kırşehir
  • Kocaeli
  • Konya
  • Kütahya
  • Malatya
  • Manisa
  • Kahramanmaraş
  • Mardin
  • Muğla
  • Muş
  • Nevşehir
  • Niğde
  • Ordu
  • Rize
  • Sakarya
  • Samsun
  • Siirt
  • Sinop
  • Sivas
  • Tekirdağ
  • Tokat
  • Trabzon
  • Tunceli
  • Şanlıurfa
  • Uşak
  • Van
  • Yozgat
  • Zonguldak
  • Aksaray
  • Bayburt
  • Karaman
  • Kırıkkale
  • Batman
  • Şırnak
  • Bartın
  • Ardahan
  • Iğdır
  • Yalova
  • Karabük
  • Kilis
  • Osmaniye
  • Düzce
a
Seda Yıldırım

Seda Yıldırım

10 Temmuz 2025 Perşembe

Hepimiz tehlike altındayız! Suçun adı değişti

Hepimiz tehlike altındayız! Suçun adı değişti
1

BEĞENDİM

ABONE OL

Suçlu, hapisten çıkıp toplumla yeniden bağ kurma çabasında olsa da geçmişindeki suçlu kimliği yüzünden neredeyse her adımda engellerle karşılaşırdı. Hatta bu durum kitaplar, romanlar ve dizilerde de sıkça işlenir, toplumun suçluya karşı takındığı bu mesafe ve dışlama gözler önüne serilirdi. Ancak son yıllarda bu algı dramatik bir şekilde değişti. Suçluluk yanlışlıkla (!) romantizme edildi ve artık bir tür popülerlik aracı haline geldi. Sokakta hırsızlık yapmayı ya da hapse girmeyi “başarı” olarak gören bir nesil ortaya çıkmaya başladı. Suç işleyen kişi artık sadece kötü bir figür değil aynı zamanda özgür ruhlu (!) bir anti-kahraman olarak da sunuluyor. Peki suçlu olmak nasıl bu kadar “çekici” hale geldi? Suçlunun estetikleştirilmesi ne zaman ve nasıl başladı? Ve bu değişimin toplumsal, psikolojik ve kültürel sonuçları neler?

SUÇLU İDEALLEŞTİRİLMESİ: GELİŞİM SÜRECİ VE POPÜLER KÜLTÜRE YANSIMASI

Suçluların toplum içindeki yeri tarihsel olarak dışlanma ve damgalanma ekseninde şekillenmiştir. Uzun yıllar boyunca suç işleyen bir birey yalnızca yasal olarak değil aynı zamanda toplumsal olarak da cezalandırılırdı. Suçluya toplum tarafından yapıştırılan “etiket” çoğu zaman ömür boyu silinmezdi. Bir kez suçlu olarak tanımlanan kişi artık güvenilmez, tehlikeli ve toplumdan dışlanması gereken biri olarak görülürdü.

Bu bireylerin topluma yeniden kazandırılması gibi bir niyet yaygın değildi aksine suç işleyen kişi toplumdan soyutlanır, görmezden gelinir ya da ötekileştirilirdi. İş başvurularında ret cevabı almak, mahallede dışlanmak ya da aileler tarafından “örnek gösterilmemek” sıradan sonuçlardı. Medya ve edebiyat da bu toplumsal bakışı yansıtırdı; suçlu karakterler genellikle kötü, zararlı ve ahlaken çöküşteki figürler olarak kurgulanırdı. Onların hikâyeleri bir ders, bir uyarı niteliği taşırdı. Suçun cezalandırıldığı bu anlatılar, suçluya karşı ahlaki bir mesafe koyar ve toplumsal düzenin korunması gerektiğini vurgulardı.

Ancak 20. yüzyılın ortalarından itibaren toplumsal normlar ve değerler değişmeye başladı. Bu dönemde suçlu figürü, sinema, edebiyat ve televizyon aracılığıyla farklı bir şekilde tasvir edilmeye başlandı. Özellikle 1960’lar ve 70’ler suçlu figürlerinin kahramanlaştırıldığı ve başrolde olduğu dönemler oldu. Godfather, Taxi Driver gibi filmlerle suçlu, yalnızca toplumun dışladığı bir insan değil aynı zamanda “sistemi” sorgulayan, kendi ahlaki değerleriyle hareket eden bir figür olarak tasvir edildi. Toplumun baskılarına karşı direnen bu karakterler yer yer “anti-kahraman” olarak sunuluyordu.

Günümüzde ise bu eğilim daha da güçlenmiş durumda. Sosyal medya sayesinde suçluluk artık romantik bir kimlik haline gelmiş durumda. Toplumdan dışlanmış, özgür ruhlu, kurallara karşı çıkan bir kişi artık bir tür “özgürlük simgesi” olarak tanıtılıyor. Suçlu olmak adeta bir cesaret ve güçlü bir kimlik olarak sunuluyor. Bu dönüşümün bir diğer önemli noktası ise suçun estetikleştirilmesiyle ilgili. Suç sadece bir eylem olmaktan çıkıp bir yaşam tarzına dönüştü. Suçlu figürü, tarzını, tavırlarını, hatta davranışlarını taklit edenler tarafından popüler hale getirildi.

Sosyal medyanın gücüyle özellikle gençler, suçlulukla ilişkilendirilen stil, dil ve tutumları kendilerine “özgünlük” ve “farklılık” olarak sunuyor. Bu, toplumsal normları sorgulamak ve genellikle sistemin dışına çıkmak isteyen bir gençlik için cazip bir seçenek haline geldi. Hapse girip çıkmak, delikanlılık yapabilmek ya da sokaklarda güçlü olmak Instagram’da paylaşılan “başarılar” haline gelmeye başladı.

TOPLUMSAL VE PSİKOLOJİK SONUÇLARI: NEDEN “TEHLİKE” ÇEKİCİ?

Toplumda suçlulara olan bakış açısının değişmesi çok ciddi psikolojik ve sosyolojik sonuçlar doğuruyor. Bu sonuçları anlamak için önce bireylerin toplumsal kimliklerine ve aidiyet duygularına bakmak gerekir. Suçluluğu romantik bir kimlik olarak sunmak aslında bir tür kimlik arayışının sonucunu yansıtıyor. Gençler, özellikle alt sınıflardan gelen bireyler, sistemin kendilerine sunduğu imkânsızlıklarla baş edebilmek için bu tür figürlere yöneliyorlar.

Bunun arkasında yatan sosyolojik mekanizmalar ise toplumsal dışlanmışlık ve yabancılaşma ile yakından ilişkilidir. Birçok kişi, toplumun belirli kesimlerinden (özellikle alt sınıflardan) dışlandığını hissediyor ve bu dışlanmışlık bireyi toplumsal normlara karşı bir başkaldırıya itiyor. Bu noktada sosyal medyada öne çıkan suçlu figürleri ise bu başkaldırının bir temsiline dönüşüyor; görünürlük ve popülerlik kazanmanın bir aracı haline geliyor.

Psikolojik olarak da suçluluğun idealize edilmesi, bireylerin “daha özgür” ve “daha güçlü” hissetmelerine yol açıyor. Toplumda kabul görmek, bireyler için çok önemli bir ihtiyaçtır. Bu tür figürler, normlardan sapmakla birlikte toplumsal değerler sisteminde bir tür “yeni düzen” yaratma yoluna gidiyor. Bu da onların kimliklerini pekiştiriyor.

İSTATİSTİKSEL ANALİZ: SUÇLULUK İLE POPÜLERLİK ARASINDAKİ İLİŞKİ

Günümüzde suçlu figürlerinin popüler kültürde daha fazla yer bulmasının yalnızca kültürel bir dönüşümle değil aynı zamanda somut sosyolojik ve istatistiksel verilerle de desteklendiği görülüyor. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, son 10 yılda özellikle 15–24 yaş arası bireylerde suç oranlarında belirgin bir artış söz konusu. Bu artışın önemli bir bölümü büyükşehirlerin düşük gelirli, sosyal imkanları kısıtlı kenar mahallelerinde yaşayan gençlerden oluşuyor. Bu durum, suçun bireysel bir eğilimden çok sınıfsal ve yapısal nedenlere dayandığını ortaya koyuyor.

Pierre Bourdieu’nun “habitus” kavramıyla açıklanabilecek şekilde, bu gençler içinde bulundukları çevre ve sosyal pratikler aracılığıyla şekilleniyor; şiddet, yasa dışı yollar ya da “sokak aklı” bu çevrelerde bir hayatta kalma becerisi olarak görülüyor. Eğitim ve istihdam imkanlarının kısıtlı olduğu bu alanlarda genç bireyler görünür olmanın ve kabul görmenin yollarını suç üzerinden bulabiliyor. Sosyal sermayesi sınırlı bireyler için “delikanlılık”, “sokağın saygısı” ya da “reislik” gibi unvanlar alternatif bir prestij ve kimlik kaynağına dönüşüyor.

Bu noktada sosyal medya da devreye giriyor. Yapılan çeşitli medya analizleri ve uzman yorumları, suçla ilişkilendirilen kişilerin TikTok, Instagram ve YouTube gibi platformlarda daha fazla etkileşim aldığını gösteriyor. Örneğin Doç. Dr. Ali Murat Kırık’a göre sosyal medya fenomenleri, görünürlüklerini artırmak ve gelir elde etmek amacıyla riskli ya da norm dışı içeriklere yöneliyor. Bu bağlamda, sabıkalı olduğu bilinen ya da yasa dışı yaşam tarzını estetik unsurlarla süsleyen kişilerin içerikleri özellikle genç kullanıcılar tarafından dikkat çekici bulunuyor. TikTok gibi platformlarda, hapse girip çıktığını anlatan ya da suçla ilişkilendirilebilecek deneyimlerini romantizme eden kullanıcıların videoları binlerce hatta milyonlarca izlenme alabiliyor. Artı Gerçek’in sosyal medya analizine göre bu tür içerik üreticileri, toplumsal normları zorlayarak “farklı” ve “özgün” görünmeyi başarıyor bu da takipçi kazanma ve popülerleşme sürecinde önemli bir rol oynuyor. Böylece suç yalnızca bir eylem değil aynı zamanda bir imaj ve hatta bir tür “kişisel marka” haline geliyor.

Daha çarpıcı olan ise suç ile ilişkilendirilen bireylerin sosyal medya üzerinden kazandıkları ün sayesinde influencer benzeri bir statüye ulaşmaları. Marka anlaşmaları yapmasalar bile takipçileri sayesinde “mahalle ünlüsü” haline geliyorlar. Bu da suçu yalnızca cezalandırılması gereken bir davranış değil görünürlük ve güç kazanma aracı olarak sunuyor. Özellikle gençler arasında bu figürlerin popülerleşmesi, bireysel başarının ya da ahlaki doğruluğun değil; güç, cesaret ve “sisteme başkaldırı”nın daha fazla takdir gördüğü bir algı dünyasının oluştuğuna işaret ediyor.

TOPLUMSAL POPÜLERLEŞMENİN SEBEPLERİ: “TEHLİKELİ OLAN”IN ÇEKİCİLİĞİ

Peki, suçlu figürlerinin bu denli popülerleşmesinin ardında ne yatıyor? Elbette sosyal medya bu sürecin görünür kısmını oluşturuyor ancak meselenin kökeni çok daha derinlere uzanıyor. Suçlu figürünün bugünkü gibi cazip ve estetik bir temsile bürünmesinin arkasında medya, müzik endüstrisi ve görsel kültürün dinamikleri önemli rol oynuyor. Rap müzik, sokak kültürü, dijital platformlar ve televizyon dizileri gibi kitle iletişim araçları, suçla özdeşleşmiş karakterleri yalnızca temsil etmekle kalmıyor aynı zamanda bu figürleri “tüketilebilir” ve “satılabilir” hale getiriyor.

Medyada suçun bu kadar sık işlenmesinin başlıca nedenlerinden biri, suçun dramatik ve dikkat çekici bir anlatı sunması. Suç, çatışma içerdiği için izleyicinin ilgisini canlı tutuyor. İzleyici için suçlu figürü, sıradan hayatın dışında duran, sınırları zorlayan, normlara karşı çıkan ve bu nedenle de merak uyandıran bir karakter sunuyor. Medya ise tam da bu noktada devreye giriyor: İzleyiciyi daha uzun süre ekrana bağlayan içerikler, reklam gelirlerini artırıyor. Bu nedenle televizyon dizileri, filmler ve dijital platformlar suçun dramatik potansiyelini sürekli yeniden üretiyor. Suç, medya için bir reyting aracına dönüşüyor.

Aynı şekilde müzik endüstrisi de özellikle rap ve trap kültüründe bu figürleri yücelterek ticarileştiriyor. Müzik şirketleri, otantik sokak hikâyeleri anlatan ve suçla ilişkili imajları taşıyan sanatçılar üzerinden kâr elde ediyor. “Gerçeklikten gelen ses” imajı, müziğin duygusal gücünü artırırken; suçla özdeşleşmiş anlatılar, sanatçılara hem “sokaktan gelen” hem de “başarıya ulaşan” figürler olarak kimlik kazandırıyor. Suçlu figürü burada bir pazarlama nesnesine dönüşüyor. Örneğin sabıkalı olması, mahkemelik geçmişi ya da sokak kavgalarına karışması artık kariyeri için dezavantaj değil; aksine “gerçekçi” ve “sert” bir duruşun kanıtı sayılıyor.

Televizyon dizilerinde ve sinemada da benzer bir durum söz konusu. La Casa de Papel, Peaky Blinders, Breaking Bad gibi diziler, yasa dışı eylemler gerçekleştiren karakterleri karizmatik lider figürleri olarak sunuyor. Bu karakterler, sistemin adaletsizliğine karşı “kendi adaletini” sağlayan bireyler olarak temsil ediliyor. Medya burada suçlu figürünü bir kahramana dönüştürürken izleyiciye de “yasaya karşı gelen ama haklı nedenleri olan” bir karakteri sevdirmeyi başarıyor.

Bu sürecin arkasındaki temel mekanizma ise duygu ekonomisi ve görsel kültürün ticarileşmesi. Suç, tehlike, heyecan ve risk gibi duygular özellikle dijital çağda içerik tüketiminde güçlü tetikleyiciler haline geldi. Medya bu duyguları sürekli besliyor çünkü bu içerikler izleniyor, paylaşılıyor ve konuşuluyor. Bu da hem izlenme oranlarını hem de ekonomik kazançları artırıyor. Suçlu figürü bu anlamda sadece bir anlatı değil; bir ürün, bir marka, bir tüketim nesnesi haline geliyor.

SUÇUN YENİ TANIMI

Sonuç olarak suçun estetikleştirilmesi, toplumun suçluya bakış açısını köklü biçimde değiştirmiştir. Suçlu olmak artık yalnızca yasa dışı bir eylemi ifade etmemekte; bir tür “popülerlik”, “özgünlük” ve hatta “özgürlük” simgesi olarak yeniden tanımlanmaktadır. Bu dönüşüm, bireylerin kimlik arayışlarını, aidiyet duygularını ve toplumla kurdukları ilişki biçimlerini ciddi şekilde etkilemektedir. Özellikle genç bireyler için suç, sistemin dışında kalmanın değil sisteme alternatif bir duruş sergilemenin sembolüne dönüşmüştür.

Bu noktada, toplumsal yapı ve medya arasındaki simbiyotik ilişkiyi de göz ardı etmemek gerekir. Medya organlarının reyting kaygısıyla “tehlikeli olan”ı cazip biçimde sunması; suçun, içerik olarak daha çok tıklanması, konuşulması ve yayılması bu dönüşümün önemli bir taşıyıcısı olmuştur. Ancak unutmamak gerekir ki bu sembolleştirme süreci, toplumsal duyarsızlıkla birleştiğinde daha büyük bir tehdide zemin hazırlamaktadır.

Eğer bu kültürel dönüşümün önüne geçilmezse, suçun sıradanlaşması ve meşrulaşması daha büyük toplumsal sorunları beraberinde getirebilir. Gençler adaletin değil güç gösterisinin peşinden gitmeye başlar; yasa dışı eylemler bir protesto biçimi olarak içselleştirilir. Uzun vadede bu durum, toplumsal düzenin bozulmasına, güven duygusunun zayıflamasına ve suç oranlarının daha da artmasına yol açabilir. Suçun “stilize” edilmesi, gerçek mağdurların görünmezleşmesine ve adaletin özünün yitirilmesine neden olur. Böyle bir ortamda sadece hukuki değil ahlaki sınırlar da belirsizleşir; toplum, normlarını yitirmiş bir kitleye dönüşme riski taşır.

Bu noktada hem bireysel hem de toplumsal düzeyde bir sorumluluk almak kaçınılmazdır. Medya, içerik üreticileri, eğitimciler ve aileler; suçun cazip bir “imaj” değil,- toplumun huzuruna ve bireylerin haklarına yönelik gerçek bir tehdit olduğunu anlatma görevini üstlenmelidir. Okuyucu olarak bizlerin de bu dönüşüme yalnızca dışarıdan bakan değil sorgulayan ve dönüştüren aktörler olmamız gerekir. Çünkü suçun estetikleştirilmesi karşısında sessiz kalmak, suça ortak olmaktır.

Devamını Oku

Dünya senin etrafında dönmüyor tatlım

Dünya senin etrafında dönmüyor tatlım
1

BEĞENDİM

ABONE OL

Sanki hepimiz kolektif bir aydınlanma geçirdik de kimse kimseyi umursamaz hale geldi. Bir tür “kendine dönüş” hali var ama o dönüş yolculuğunun tabelasında ne var biliyor musunuz? Kocaman bir ego.

Modern çağın birey anlayışı bana kalırsa Freud’un “id” kavramının Instagram filtresinden geçmiş hâli. Yani dürtülerimizle hareket ediyoruzama bunu “öz sevgi” etiketiyle süslüyoruz. Hâlbuki çoğu zaman bu sevgi falan değil. Bu sadece çok sesli bir yalnızlık. Kendini çok seven ama kimseye dokunamayan bir neslin duygusal iz düşümü.

Bu “ben merkezci” söylemler, popüler psikolojinin fastfood versiyonu gibi. Hızlı ve doyurucu gibi ama altı boş. Gerçek bir içsel dönüşüm story atarak olmaz.

İçine dönmek, dışarıya kulak tıkamak değil. Merkez olmak demek herkesi kendi çevrende döndürmeye çalışmak değil. Gerçek merkez kendi karanlığına bakabilme cesaretiyle başlar.

Şunu da söylemeden geçemem: İnsan sosyal bir varlıktır derken boşuna dememişler.
Kendine dönmek bir şeydir, kendine saplanmak başka bir şey. Şu anda çoğu insanın yaşadığı şey kendine saplanmak. Ve bu durum zamanla başkalarının acılarına kör, ihtiyaçlarına sağır bir kişilik yaratıyor. İlişki kuramıyoruz. Empati becerimiz ise yıldız haritası kadar değişken.
Çünkü herkes merkezde olunca kimse çevreyi göremiyor.

ŞİMDİ HERKES EŞSİZ, HERKES ÖZEL

Sosyologların “narsisizm çağı” dediği şey tam da bu işte. Kapitalizmin sunduğu bireycilik artık içselleştirildi. Yani sistem bize sadece tüketim kalıpları değil kişilik kalıpları da sattı.
Şimdi herkes biricik, herkes eşsiz, herkes özel. Peki madem bu kadar özeliz neden bu kadar aynıyız? Neden hepimiz aynı sözleri, aynı pozları, aynı “ben odaklı” cümleleri tekrar ediyoruz? Belki de kendimizi merkeze koyma çabamız, görünme arzumuzun bir başka formu.
Çünkü görünmek, anlaşılmaktan daha kolay artık. Ama insanın temel ihtiyacı anlaşılmaktır. Ve anlaşılmak için kendinden çıkman gerekir. Birinin gözünden bakabilmen gerekir.
Yani bir adım geri çekilmen. Merkezde değil çevrede durup gözlemlemen gerekir.
Ama o kadar merkezdeyiz ki göz kırpacak bile yerimiz kalmadı.

DÜNYANIN MERKEZİ OLMAK ÇOK YORUCU

Bu yazı kimseye saldırı değil, daha çok bir iç konuşma. Çünkü ben de zaman zaman aynı hissin içine düşüyorum. Ama fark ettim ki dünyanın merkezi olmak çok yorucu.
Birilerine iyi gelmek bazen kendinden geçmekle mümkün. Ve bazen de gerçekten merkezde olan biri kimsenin dikkatini çekmez. Çünkü o kişi sessizdir, gözlemcidir.
Sallamaz değil, sabırla izler.
Parlamak için değil, anlamak için vardır.

Kapanışı yaparken bir şey hatırlatmak isterim:
Dünya senin etrafında dönmüyor tatlım.
Ama sen döndüğün her yerde iz bırakıyorsan işte o zaman merkez sensin demektir.
Ama bunun için önce kendi çemberinden çıkman lazım. Yoksa sen, senin gölgene bile değemeden kaybolursun.

Devamını Oku

Milyon dolarlık insanlardan “mütevazılık” masalları!

Milyon dolarlık insanlardan “mütevazılık” masalları!
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Leyla Alaton’un bu cümleleri, televizyon ekranlarında sarf edildikten sonra sosyal medyada hızla yayıldı. Kimileri onu haklı buldu, kimileri “Bir zahmet çantanız Hermes olmasa bile anlamlıdır” diye tiye aldı. Ama bu açıklamaların satır aralarında daha derin bir şey vardı: Gösterişsizlik de artık yeni bir zenginlik dili oldu.

Alaton’un söyleminde öne çıkan sade yaşam tavsiyesi, aslında bir yaşam felsefesinden çok, sınıfsal bir imtiyazın yeni yüzü gibi görünüyor. Çünkü her şeyin tadına bakmış, her deneyimi yaşamış biri için “artık sade olmak” bir doygunluk tercihi. Oysa çoğu insan için sade yaşam, “tercih” değil, tek seçenek.

GÖSTERİŞSİZ ZENGİNLİK: YENİ LÜKSÜN SESSİZ HALİ

Eskiden zenginlik açıkça sergilenirdi: Devasa logolar, parlayan çantalar, göz alıcı arabalar. Zenginliğin ispatı, görünenle orantılıydı. Ancak zamanla bu gösteriş dili rafine hale geldi ve yerini sessiz ama güçlü bir estetik anlayışına bıraktı. “Sessiz lüks” ya da “gösterişsiz zenginlik” olarak adlandırılan bu yeni akımda, markaların adı bile okunmaz. Sade kesimli bir kabanın arkasında küçük bir Celine, bir Loro Piana ya da The Row imzası gizlidir ancak bu detayı yalnızca bilenler fark eder. Lüks artık bağırmaz, fısıldar ama yalnızca o fısıltının dilini bilenler tarafından anlaşılır.

şişli escort
şirinevler escort
esenyurt escort

Bu değişim yalnızca estetik bir dönüşüm değil aynı zamanda zenginliğin içindeki sınıfsal ayrımın da ifadesidir. Yeni zenginler, hâlâ logoların gücüne inanırken; köklü zenginler markayı markasızlıkla göstermenin daha prestijli bir yol olduğunu savunur. Büyük logolu çantalar, lüks arabalardaki dikkat çekici modifikasyonlar “yeni para”nın sembolüyken; mütevazı ama astronomik fiyatlı kıyafetler ve sessiz markalar “eski para”nın tercihidir. Böylece zenginlik bile kendi içinde katmanlara ayrılır ve sadelik, bu katmanların en üst basamağının dili hâline gelir. Bu yeni sade yaşam biçimi, dışarıdan bir sadelik gibi görünse de aslında oldukça sofistike, seçkin ve erişilmesi güç bir dünya yaratır. Yani logolar küçülmüş olabilir ama sınıfsal farklar hâlâ aynı derecede keskin, sadece daha ustaca gizlenmiş durumda.

AYRICALIKLI TASARRUF: SADELİK YORUMU

Zenginlik yalnızca parayla ilgili değil; onu nasıl taşıdığınızla da doğrudan ilişkili. İşte bu noktada devreye Bourdieu’nün “habitus” kavramı giriyor. Yani bir sınıfa özgü yaşam tarzının, beğenilerin, jestlerin, kararların içselleşmiş hali. Sessiz lüksü ayırt edebilmek, ona yönelmek ya da onun bir parçası olabilmek sadece ekonomik değil aynı zamanda kültürel bir donanımın hatta görgünün göstergesi. Bu bağlamda tasarruf söylemleri bile sınıfsaldır. Bir kişi business class yerine ekonomi sınıfında uçmayı seçtiğinde bunu bir “erdem” gibi sunabilir çünkü onun için bu bir tercih meselesidir. Oysa çoğunluk için bu zaten tercih hakkı bile olmayan bir zorunluluktur.

İşte burada gösterişsiz sadeleşmenin ardındaki sınıfsal ayrıcalık belirginleşir: Aynı kahverengi kabanı herkes giyebilir ama onun “Jil Sander” olduğunu bilenle bilmeyen arasındaki mesafe, kumaştan değil sosyal dünyadan kaynaklanır. Gösterişsiz zenginlik, sadeleşmeyi bir yaşam biçimi hâline getirebilecek güce sahip olanların konforlu bir alanıdır. Bu alan aynı sadeliğe mecbur kalanlarınkiyle asla örtüşmez. Yani aslında mesele sadelik değil o sadeliği hangi habitus ile taşıdığındır. Kimi için beyaz tişört bir zorunlulukken, bir başkası için beyaz tişört bin dolarlık bir “durum bildirisi” olabilir. Fark tişörtte değil; bedenin taşıdığı sınıfsal bellektedir.

AHLAKİ ÜSTÜNLÜK: “BEN ERDİM, SIRA SİZDE” ÜSLUBU

Zenginlikten gelen sade yaşam çağrılarının içinde, kimi zaman fark edilmeyen bir ahlaki üstünlük iddiası saklıdır. “Ben her şeye sahip oldum ama artık sade yaşıyorum” söylemi, zenginliğe ulaşamamış olanlara üstten bir bakışı içerir. Sanki hala bir şeyler arzulamak, hala etiketli bir çanta beğenmek ayıpmış gibi. Oysa mesele, o çantayı almaya gücün yetip yetmemesi değil midir? Tevazu gibi görünen bu söylemler aslında “Ben sizin geçtiğiniz yollardan çoktan geçtim, şimdi o yolları küçümsüyorum” demenin süslü bir yolu olabilir. Bu da bir tür modern kibirdir; sadece daha yumuşak bir tonda ve daha elit bir dille ifade edilir.

 SADELİĞİ SEÇEBİLENLE, SADELİĞE MECBUR KALAN AYNI DEĞİLDİR

Sadelik her zaman bir erdem değildir. Bazen yalnızca seçebilenin ayrıcalığıdır. Çünkü gerçek sadelik, seçim yapabilme özgürlüğüyle başlar. Kiminin sade giyinmesi minimalist bir zevkin dışavurumuyken, bir başkası için sade olmak sadece ekonomik zorunluluğun sessiz ifadesidir. Yani sadeliği seçebilenle, sadeliğe mecbur kalan asla aynı değildir.

Bugün “gösterişsiz zenginlik” olarak pazarlanan yaşam biçimi, aslında statünün yeni diliyle yeniden inşasından başka bir şey değildir. Marka logoları küçülmüş olabilir ama zenginlik, sessizliğin içinden konuşmaya devam etmektedir. Gerçek eşitlik, aynı kahveyi içebilmekte ya da aynı uçakta seyahat etmekte değil tüm bu seçenekler arasında gerçekten seçim yapabilme imkânında yatar.

Leyla Alaton gibi figürlerin “azla yetinme”, “gösterişten kaçınma” gibi mesajları, niyet ne kadar iyi olursa olsun, çoğunluk için erişilmesi mümkün olmayan bir yaşamın içinden gelmektedir. Bu yüzden zenginliğin içinden gelen sade yaşam vaazları, çoğu zaman lüksün yalnızca başka bir biçimde “daha sofistike, daha sınıfsal bir dille” yeniden üretimidir. Ve o nedenle: Gösterişsiz zenginlik de bir gösteridir. Sadece dili değişmiştir.

Devamını Oku

Yeni Türkiye’nin en büyük sorunu: Eğitim enflasyonu

Yeni Türkiye’nin en büyük sorunu: Eğitim enflasyonu
0

BEĞENDİM

ABONE OL

Geçmiş nesiller için eğitim, sosyal hareketlilik ve ekonomik güvence demekti. Üniversiteye gitmek iş bulmanın garantisi, iyi bir yaşamın temel taşı olarak kabul ediliyordu. Ancak 21. yüzyılın başından itibaren hızla artan üniversite mezunu sayısı iş gücü piyasasında bir doygunluk yaratmaya başladı. Artık neredeyse her genç bir üniversite diplomasına sahip olmasına rağmen diplomaların iş dünyasındaki değeri giderek azaldı. Bu durumu açıklayan “eğitim enflasyonu” kavramı aslında eğitimin niceliksel olarak artmasına rağmen niteliksel olarak değer kaybettiğini ifade ediyor.

Eğitim bir zamanlar olduğu gibi iş bulma garantisi sunmuyor aksine bu kadar çok diplomalı genç arasında sıyrılmak için farklı yetenekler ve beceriler daha önemli hale geliyor. Bu değişim genç nesillerin geleceğe dair karamsarlık duymalarına neden oluyor. Onlar diplomalarının artık “paslanmış” olduğunu ve iş dünyasında kendilerine yeni yollar açabilmek için yalnızca eğitimin yeterli olmadığını görüyorlar. Eğitim enflasyonunun doğuşu, beyaz yaka iş piyasasındaki daralma ve iş bulmanın giderek daha fazla maddi olanaklara bağlı hale gelmesi bu gençlerin kayıp nesil olarak adlandırılmasına neden oluyor. İşte bugün bu dönüşümü ve eğitim sisteminin geldiği noktayı tartışmak istiyorum.

BİR ÖNCEKİ NESLİN EĞİTİM ANLAYIŞI

Bir önceki nesil için eğitim, yalnızca bilgi edinme süreci değil aynı zamanda geleceğe yapılmış en güvenilir yatırımdı. Aileler çocuklarının üniversiteye gitmesi için her türlü fedakarlığı yapar ve eğitim masraflarını uzun vadeli bir yatırım olarak değerlendirirdi. Çünkü üniversite diploması o dönemin iş dünyasında büyük bir avantaj sağlıyordu. Bu nesil diplomayı yalnızca bir belge olarak değil toplum içinde statü ve saygınlık getiren bir sembol olarak görüyordu. Eğitim bu nesil için sosyal hareketliliğin en etkili aracıydı.

Kırsal bölgelerden ya da dar gelirli ailelerden gelen gençler bir üniversite diplomasıyla daha iyi bir yaşam standardına ulaşabileceklerine inanıyorlardı. Toplumda eğitimli olmak saygınlık kazanmak ve prestijli bir iş bulmak demekti. Diplomalı bireyler devlet kurumlarında ya da özel sektörde güvenli iş imkanlarına sahip oluyor bu da onlara düzenli bir gelir kaynağı ve ekonomik güvence sağlıyordu. Bu dönemde eğitim toplumsal hayatta da önemli bir yer tutuyordu. Eğitimli bireyler toplumun entelektüel sınıfını oluşturuyor daha fazla söz sahibi olabiliyorlardı. Eğitim sadece bir meslek edinmenin değil toplumsal statü kazanmanın da anahtarıydı. Bu yüzden üniversiteye gitmek ve diploma almak bir nesil için hayatın en önemli dönüm noktalarından biri olarak kabul ediliyordu. Diploma aynı zamanda aileler için de büyük bir gurur kaynağıydı. Aileler çocuklarının üniversite mezunu olmasını onların başarısının bir yansıması olarak görüyordu. Özellikle köylerden ya da küçük şehirlerden gelen aileler için üniversiteye göndermek çocuğun hayatını değiştirecek ve ailenin sosyal konumunu yükseltecek bir adım olarak kabul ediliyordu.

KAYIP NESLİN EĞİTİMİ VE DİPLOMANIN İŞLEVSİZLİĞİ

Günümüzde gençler, geçmiş nesillere kıyasla daha fazla okuyor üniversitelere daha fazla rağbet gösteriyor. Üniversiteye gitmek bir zamanlar olduğu gibi büyük bir ayrıcalık olmaktan çıktı ve artık toplumun büyük bir kesimi için standart bir adım haline geldi. Ancak bu beraberinde ciddi sorunlar getirdi: artan diplomalı işsizler, üniversitelerden mezun olan gençlerin iş bulmakta zorlanması ve işsizlik oranlarının yükselmesi.

Eğitim artık geçmişteki gibi iş güvencesi sunmuyor; diplomalı gençler iş bulma umuduyla mezun olduklarında genellikle hayal kırıklığına uğruyorlar. Bu sorunun temelinde yatan kavram ise “eğitim enflasyonu.” Eğitim enflasyonu iş gücü piyasasında üniversite diplomasına sahip kişi sayısının hızla artması ancak iş imkanlarının aynı hızla artmaması anlamına geliyor. Çok sayıda üniversite mezunu iş ararken piyasa bu talebi karşılayacak yeterli iş olanağı yaratamıyor. Sonuç olarak iş bulmak bir yana gençler diplomalarının bile onlara değer katmadığını fark ediyor. Artık bir üniversite diploması eskisi kadar iş dünyasında avantaj sağlamıyor ve birçok mezun vasıfsız işlerde çalışmak zorunda kalıyor ya da işsiz kalıyor. Bu durum eğitim enflasyonunun yarattığı tıkanıklığın en net göstergelerinden biri. Diplomaların bu kadar değer kaybetmesi, iş dünyasında farklı bir talebi beraberinde getirdi: yetenekler ve beceriler.

Bugün başarılı olabilmek için yalnızca diplomadan fazlasına sahip olmak gerekiyor. İşverenler adayların teknik bilgi kadar, yaratıcı düşünme, problem çözme, iletişim ve takım çalışması gibi sosyal becerilere de sahip olmasını bekliyor. Artık diploma bir başlangıç noktası olabilir ancak iş dünyasında fark yaratabilmek için gençlerin, eğitimlerinin ötesinde kendilerini geliştirmesi gerekiyor. Teknoloji çağında hızla değişen iş dünyası yalnızca teknik bilgiyle donatılmış bireyler yerine yenilikçi ve adaptasyon yeteneği olan çalışanlara ihtiyaç duyuyor. Bu da gençleri üniversite eğitiminin ötesine geçip kendilerini farklı alanlarda geliştirmeye yönlendiriyor. Eğitimden elde edilen bilginin yanı sıra bireylerin kişisel yetenekleri, yaratıcılıkları ve sosyal etkileşim becerileri daha fazla önem kazanıyor. Dolayısıyla bugün gençler başarılı olabilmek için sadece diplomaya değil çok daha geniş bir yetenek setine sahip olmalılar.

İŞ OLANAKLARININ SINIRLILIĞI

Türkiye’de beyaz yaka, iş piyasası gençler için oldukça dar ve rekabetçi bir ortam sunuyor. Üniversiteden mezun olan binlerce genç bu sınırlı iş piyasasında kendine yer bulmakta zorlanıyor. Özellikle ekonomi yönetimindeki sorunlar ve iş dünyasındaki belirsizlikler gençlerin iş bulma süreçlerini daha da zorlu hale getiriyor. Beyaz yaka pozisyonlar talebin çok üzerinde bir arzla karşı karşıya kalırken, gençler işsizlik veya vasıfsız işlerde çalışma riskiyle karşılaşıyor. Bu durum mezunların iş gücü piyasasında karşılaştığı en büyük çıkmazlardan biri haline geliyor.

Türkiye’deki diplomalı işsizliğin nedenleri arasında ekonomik kriz, sanayi ve üretim sektörlerinin yeterince gelişmemesi, dijital dönüşümün sınırlı kalması ve iş sahalarının sınırlılığı önemli bir rol oynuyor. Özellikle ekonomide yaşanan daralma birçok sektörde işverenlerin işe alımları kısıtlamasına neden oluyor. Arz-talep dengesizliği iş gücü piyasasında sıkışıklık yaratıyor. Her yıl üniversitelerden mezun olan gençlerin sayısı artarken iş dünyasında yeterli pozisyonun olmaması, bu gençlerin iş bulamamasına yol açıyor. Ekonomik krizle birleşen bu dengesizlik gençlerin mezuniyet sonrası iş bulmalarını neredeyse imkansız hale getiriyor.

Son yıllarda diplomalı işsizlerin sayısındaki artışla birlikte gençler alternatif kariyer yollarını araştırmaya başladı. Özellikle yurt dışında iş bulma imkanları Türkiye’deki işsizlikten kaçmak isteyen gençler için cazip bir seçenek haline geliyor. Beyin göçü olarak bilinen bu süreç gençlerin eğitimlerini ve becerilerini yurt dışında değerlendirme isteğiyle hız kazanıyor.

Diğer bir alternatif ise farklı sektörlere ya da girişimcilik gibi yeni alanlara yönelmek. Özellikle dijitalleşmenin artışıyla birlikte gençler freelance çalışma, start-up kurma gibi iş modellerine ilgi duymaya başlıyor. Bununla birlikte Türkiye’de iş gücü piyasasındaki bu dengesizlik sadece gençlerin yurt dışına gitmesine değil aynı zamanda farklı kariyer yollarına yönelmesine de neden oluyor. Eğitim aldıkları alanlarda iş bulamayan gençler teknolojik beceriler geliştirerek ya da ticari girişimlerde bulunarak alternatif iş modellerine yöneliyor. Bu eğilim Türkiye’de beyaz yaka iş piyasasının tıkanıklığını ve mevcut ekonomik kriz ortamında iş bulmanın ne kadar zorlaştığını bir kez daha gözler önüne seriyor.

MADDİ GÜÇ VE EĞİTİM FIRSATLARI

Eğitim modern dünyada bireylerin hayatlarında dönüştürücü bir rol oynasa da bu fırsatlara ulaşabilmek büyük ölçüde maddi kaynaklara dayanıyor. Maddi durumu güçlü olan ailelerin çocukları eğitimde büyük avantajlara sahip oluyorlar. Bu aileler çocuklarını en iyi okullara gönderme, uluslararası programlara katılım sağlama ve ek beceri kurslarıyla donatılma imkanına sahipler. Böylece bu çocuklar eğitim sisteminde baştan itibaren daha avantajlı bir konuma yerleşiyorlar. İyi okullarda alınan kaliteli eğitim, yurtdışında yapılan stajlar ve prestijli üniversitelerde alınan diplomalar bu gençlere iş gücü piyasasında ciddi bir rekabet avantajı sağlıyor. Bu durum eğitimde fırsat eşitsizliğinin giderek derinleşmesine neden oluyor. Maddi gücü olan ailelerin çocukları, daha iyi eğitimi daha kolay erişebilirken maddi imkânları sınırlı olan gençler için bu fırsatlar hayal bile edilemez hale geliyor.

Eğitimde eşitsizlik, sadece bir ülke içindeki bölgesel farklılıklarla sınırlı kalmıyor; aynı zamanda global düzeyde de fırsatlara erişimde uçurumlar yaratıyor. Uluslararası burslar ve programlar gibi imkanlara erişmek için gereken hazırlık ve eğitim masrafları genellikle maddi durumu iyi olanlara hitap ediyor.

Sonuç olarak eğitim sisteminde yaratılan bu eşitsizlik, toplumsal sınıflar arasındaki farkları daha da artırıyor. Varlıklı ailelerin çocukları bu imkanlarla donanırken ekonomik zorluklar içinde büyüyen gençler bu tür fırsatlara ulaşmakta zorlanıyor. Özellikle kayıp nesil olarak adlandırılan gençler hem ekonomik krizle mücadele ediyor hem de maddi güçleri olmadığı için kendilerine yeni fırsatlar yaratamıyorlar. Eğitimde fırsat eşitsizliği bu gençlerin sosyal hareketliliklerini engelliyor ve onları daha dezavantajlı pozisyonlara itiyor.

Diplomaları olsa bile bu gençlerin karşılaştıkları engeller, onları iş gücü piyasasında geride bırakıyor. Bu uçurum yalnızca eğitim hayatı boyunca değil mezuniyet sonrası iş bulma süreçlerinde de kendini gösteriyor. Maddi kaynaklara sahip olan gençler daha iyi ağlara daha fazla deneyime ve daha kaliteli bir eğitime sahip olarak iş dünyasında rekabet avantajı elde ediyorlar. Diğer taraftan maddi kaynaklardan yoksun olan gençler ne kadar eğitim alırlarsa alsınlar iş bulma süreçlerinde aynı fırsatlara sahip olamıyorlar. Bu da kayıp neslin ekonomik güçleri olmadığı için eğitimde fırsat eşitsizliğine karşı daha savunmasız hale geldiğini gösteriyor.

SONUÇ

Bugünün gençleri eğitimlerinin ve diplomalarının iş gücü piyasasında karşılık bulamaması nedeniyle büyük bir karamsarlık yaşıyor. Eğitim enflasyonu iş olanaklarının sınırlılığı ve ekonomik kriz gençleri gelecek hakkında ciddi belirsizliklerle yüz yüze bırakıyor. Bu belirsizlik yalnızca maddi değil aynı zamanda psikolojik bir yük yaratıyor. İş bulamayan gençler kendilerini değersiz hissediyor ve bu durum depresyon, kaygı bozukluğu gibi psikolojik rahatsızlıkların artmasına neden oluyor.

Geleceklerine dair umutlarını yitiren gençler yalnızca bireysel sıkıntılar yaşamıyor aynı zamanda toplumsal düzeyde de bir bunalım ortaya çıkıyor. İşsizlik ve güvencesizlik toplumsal huzursuzlukları körüklüyor ve bu gençlerin geleceğe dair motivasyonunu zayıflatıyor. Bu karamsar tablo yalnızca gençlerin sorunu olarak görülemez; bu toplumsal bir soruna dönüşmüş durumda.

Gençlerin bu çıkmazdan kurtulabilmesi için hem devletin hem de özel sektörün devreye girmesi gerekiyor. Devletin eğitim sistemini yeniden yapılandırarak gençlere daha somut iş imkanları sunması iş gücü piyasasında fırsat eşitliğini sağlaması kritik öneme sahip. Meslek eğitimi, girişimcilik programları ve teknik beceri eğitimlerinin artırılması bu sürecin ilk adımı olabilir. Özel sektör ise gençlere daha fazla staj ve işbaşı eğitim programları sunarak onların iş dünyasına adaptasyonlarını hızlandırabilir.

 Gençlerin yeteneklerinin geliştirilmesi yalnızca akademik başarıya dayalı olmayan beceri ve yaratıcılık odaklı bir sistemle desteklenmeli. Ayrıca gençlerin psikolojik sağlığına yönelik sosyal destek programları da hayata geçirilmelidir. Gençleri gelecek konusunda umutlandıracak onlara gerçek fırsatlar sunacak çözümler toplumsal huzurun ve ekonomik refahın anahtarı olacaktır. Devlet ve özel sektör iş birliği içinde bu sorunlara sürdürülebilir çözümler üretmediği sürece genç neslin karamsarlığı toplumsal bir krize dönüşmeye devam edecektir…

Devamını Oku

Biraz tütsü, biraz ego: Bu spiritüellik nereye gidiyor?

Biraz tütsü, biraz ego: Bu spiritüellik nereye gidiyor?
0

BEĞENDİM

ABONE OL

 Artık dua yerine “niyet”, sabır yerine “çekim yasası”, tevekkül yerine “enerji frekansı” diyoruz.

Ama bu kadar sembol, bu kadar ritüel ve bu kadar pozitiflik arasında kendimize sormayı unuttuğumuz bir soru var: Gerçekten bir şeye mi inanıyoruz yoksa inançsızlığımızı estetikle mi maskeliyoruz? Yoksa modern çağın bireyi artık Tanrı’ya değil yalnızca kendine inanmak mı istiyor?

NEW AGE’İN KÖKENİ: BATI’NIN DOĞU’YA GÖZ KIRPIŞI

New Age” terimi 1970’lerde popülerlik kazansa da bu akımın kökleri çok daha derinlere uzanır. 19. yüzyılın sonlarına doğru yükselen Batı ezoterizmi, Teozofi Cemiyeti’nin çalışmaları ve doğu mistisizmine duyulan ilgi bu düşünsel altyapının ilk adımlarını oluşturdu. Hint mistisizmi, Budist öğretiler, yoga felsefesi ve meditasyon pratikleri Batı’ya taşındıkça, Batılı bireyin ruhsal boşluklarına yeni anlamlar sunmaya başladı.

Carl Jung’un “kolektif bilinçdışı” ve “arketipler” teorisi, ruhsal deneyimin bireysel ve içsel bir keşif süreci olduğunu savunarak bu dönüşüme psikolojik bir temel sağladı. 1960’ların hippie kuşağı ise doğaya, barışa, özgürlüğe ve sezgiye dayalı bir yaşam arayışıyla bu ruhsal arayışın kültürel zemini oldu.

Ortaya çıkan şey, bir tür melez inanç rejimiydi.

  • Tanrı’nın yerini evrensel enerji aldı.
  • Dua, niyet ritüellerine dönüştü.
  • Günah kavramı yerini karma yasasına bıraktı.
  • Cennet cehennem değil; titreşim, frekans, alan gibi bilimsel kavramlara benzeyen ama bilim dışı terimler dolaşıma girdi.
  • Tapınaklar değil, kişinin içsel benliği kutsal sayıldı.

Yani New Age, modern bireyin Tanrı’ya değil ama yine de “bir şeye” inanma ihtiyacına verdiği yaratıcı ama çelişkili bir cevaptı. Ne tam olarak bir din, ne de bilimsel bir sistemdi. Daha çok kaybolmuş anlamların yerini doldurmaya çalışan, estetikle süslenmiş bir inanç simülasyonuydu.

MODERN DÜNYADA NEDEN BU KADAR YAYGIN?

Bugün her şeyin hızla değiştiği, belirsizliğin arttığı bir dünyada yaşıyoruz. İş güvencesi yok, iklim krizi var, ekonomik koşullar zor, ilişkiler kırılgan… Geleneksel dinler bu çağın sorularına yanıt veremiyor çünkü kurumsallaşmışlar, mesafeli ve çoğu zaman kuralcılar.Bilim, duygulara alan tanımıyor; kalbi değil, sadece veriyi önemsiyor.Psikoterapi, etkili ama pahalı ve zaman isteyen bir süreç.İşte bu üç boşluk arasında sıkışan birey, New Age’in renkli ama derinliği sorgulanmamış dünyasına sığınıyor.
Çünkü orası:

  • Kimseye hesap verme gereği duymadığın,
  • Her şeyin “enerjiyle açıklanabildiği”,
  • Ve her şeyin “sende başladığı” bir evren.

Özellikle kadınlar bu dünyaya daha fazla yöneliyor.2022’de yapılan bir araştırmaya göre, New Age pratiklere ilgi duyanların %74’ü kadın.Çünkü bu alan kadının hem duygusal hem sezgisel yönünü kutsallaştırıyor.Ama bu ilgi bazen suistimale açık hale geliyor.

“KENDİNİ KEŞFET” DİYE BAŞLAYIP “KENDİNİ SUİSTİMAL ETMEK”LE BİTEN YOL

New Age, bireye özgürlük vaat ediyor gibi görünse de çoğu zaman yeni baskı biçimleri yaratıyor.
Örneğin:

  • “Olumsuz düşünme, frekansın düşer.”
  • “Eğer başına kötü bir şey geldiyse, onu sen çağırmışsındır.”
  • “Gerçek aşkı bulamadıysan, demek ki yeterince yüksek enerjide değilsin.”

Bu cümleler kulağa pozitif geliyor. Ama alt metninde ciddi bir victimblaming (mağduru suçlama) ve kendini yetersiz hissettirme var.

Bir başka tehlike: Spiritüel bypass. Yani derin psikolojik acıları “ruhsal açıklamalarla” geçiştirmek. Örneğin:

  • “Babam beni hiç sevmedi” yerine,
  • “O benim karmamı temizlemem için gönderilmiş bir ruh” demek.

Bu tür düşünceler kişiye kısa vadeli rahatlama sağlar ama uzun vadede duygusal inkâra neden olur.Çünkü travmalar çözülmez sadece estetikle paketlenir.

BİR UMUT EKONOMİSİ: SPİRİTÜELLİĞİN TİCARİLEŞMESİ

Bir zamanlar bilgelik arayışıyla yapılan mistik ritüeller artık sepete eklenen ürünlere dönüştü. New Age akımları, 21. yüzyılda sadece ruhsal bir arayış değil aynı zamanda devasa bir endüstri haline geldi. Kristaller, tütsüler, çakra bileklikleri, melek kartları, astrolojik danışmanlıklar, regresyon terapileri, aura fotoğrafçılığı, enerji temizleme seansları…
Ve tabii kiher “şifalanma” sürecine eşlik eden; kitaplar, uygulamalar, YouTube videoları, dijital kurslar ve kişisel gelişim kampanyaları.

Statista’nın verilerine göre, 2023 yılında yalnızca ABD’deki spiritüel ürün pazarının hacmi 4,3 milyar doları aştı. Dünya genelinde wellness (iyi oluş) sektörü ise 5 trilyon dolarlık bir ekonomiye dönüşmüş durumda. Bunun içinde New Age ürünleri ve hizmetleri giderek artan bir paya sahip. Ama daha ilginç olan şu: Bu ürünleri kim alıyor ve neden?

Çoğunlukla kentli, eğitimli, orta-üst sınıf bireyler… Yani yaşamını belli bir refah düzeyinde sürdüren ama içsel olarak yönsüz, belirsizlikle baş edemeyen bireyler. Klinik psikologlar bunu “dijital çağın ruhsal boşluğu” olarak tanımlıyor.

Artık bir terapiste gitmek yerine “ilişkime enerji yükleyebilir miyim?”, bir probleme çözüm aramak yerine “yüksek titreşime geçebilir miyim?” diye düşünmeye başladık.Çünkü bu yollar daha kolay, daha estetik ve Instagram’da daha iyi görünüyor.

Tüketim kültürü, bu spiritüel dili hızla özümsedi:

  • “Kendini sev” dedi ama önce cilt bakım setini al.
  • “Ruhunu arındır” dedi ama en az 400 TL’lik tütsüyle.
  • “İlahi zamanlamaya güven” dedi ama melek kartları setini de sepete ekle.

Yani duygular birer pazarlama fırsatına, acı ise “şifalanma yolculuğuna” dönüştü.
Kendi içine dönmek isteyen biri artık önce alışverişe çıkmak zorunda.Tüketim burada yalnızca ekonomik bir eylem değil; bir kimlik gösterisi halini aldı.Şifalanmak isteyen kişiartık “o hayat tarzına sahip biri” olarak görünmek zorunda.

İNANÇ SİMÜLASYONU MU, GERÇEK UYANIŞ MI?

Bugün insanlar “gerçek benliğini bulmak” için sonsuz bir içerik, ürün ve yöntem havuzuna bırakılmış durumda. Ama ironik biçimde bu kadar “kendine dönme” söylemi arasında birey aslında kendinden daha da uzaklaşıyor.Çünkü bu inanç biçimi bir noktadan sonra kültürel bir cosplay’e dönüşüyor. Her şey çok estetik ama içi boş:

  • Gül yaprağında banyo,
  • Ay ritüeliyle niyet defteri,
  • Merkür retrosuna göre ruh hali…

Gerçek spiritüellik oysa sessizdir, sabırlıdır ve kolay değildir.Kimse story atmazken, gözlerin dolduğu anlarda başlar.

SON SÖZ: “EVRENLE KONUŞMADAN ÖNCE KENDİNİ DİNLE”

New Age akımlar, doğru sorularla yaklaşıldığında bireyi farkındalığa götürebilir. Sessizliğe alan açmak, iç sesini duymak, yaşamla bağ kurmak… Bunlar değerli şeyler. Ama bugün gördüğümüz haliyle bu inanç sistemi, çoğu zaman kişisel gelişim maskesiyle pazarlanan ruhsal kaçışlara dönüşüyor.

Gerçek acının üzeri “pozitif düşün, iyi titreşimde kal” diyerek örtülüyor.Yüzleşme yerine erteleme, kabullenme yerine inkâr öneriliyor.Ve en nihayetinde: Duygular, “ışık” adına bastırılıyor; insani olan karanlık, görmezden geliniyor.

Modern çağın en büyük krizi artık teknoloji değil; anlam kaybı. Ve bu kaybı doldurmak için kristallere, kartlara, “evrenin mesajına” sarılıyoruz.Ama belki de asıl ihtiyaç duyduğumuz şey evrene soru sormadan önce kendimize dürüstçe cevap verebilmek.Ruhsal bütünlük, dışarıdan gelen bir mesaj değil; içeride kurulan bir diyalogdur. Bu yüzden bir kart açmadan önce kendine sor:

  • “Gerçekten ne hissediyorum?”
  • “Neden bu cevabı arıyorum?”
  • “Hangi duygudan kaçmak istiyorum?”

Çünkü evrenle konuşmanın en hakiki yolu önce kendi iç sesini duymaktan geçer. Ve belki de en büyük dönüşüm, dışsal enerjilerden değil kendine bakmaktan,kendine cesaretle yaklaşmaktan doğar.

Unutma, bazen evrenin sırları yıldızlarda değil gözyaşlarınla yüzleştiğin o sessiz anlarda saklıdır.

Devamını Oku

Veri politikasındaki amaçlarla sınırlı ve mevzuata uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Detaylar için veri politikamızı inceleyebilirsiniz.